Festivalde izleyemeyip merak ederek indirdiğim ve izlemiş olanlar birtakım kişilerden duyduğum "Aman çoh harika, nefasetine doyum olmuyor, pek mikemmel bir filim" yourmları ile de negatif bir önyargı beslediğim filmlerden biri idi an education.
Bu gece nihayet bir fırsat yaratıp önyargılarımdan kurtulabilmek için kendime fırsat verdim!
Filmin başlangıcında 16'lık hayat dolu ergenimizin üzerinde baskı kuran, elinden gelen amacın(m)ı gerçekleştirmene yetmiyorsa elinden gelmeyeni de yap, alır Oxfordu binerim sırtına vururum sopayı diyen baba figürünün, yavşak David Goldman'ın ev ahalisi ile içli dışlı olması ve nihayetinde kıza maddi manevi sağladığı olanakların gözleri boyaması sonucunda kızından çok kendisinin direttiği Oxford idealinden vazgeçip "evlen kızım evlen,bu devirde okul mokul yalan, herifin parası pulu yerinde, sana da çocuklarına da bakar ömür boyu rahat edersin" nasihati vermesi ve kızın da bir gazla okuldan ayrılması ve sonunda çeşitli entrikalar yaşayıp burnu sürte sürte geri dönüp "THE LIFE I WANT, THERE IS NO SHORTCUT" demesi aslında bütün hikayeyi özetliyor.
Film bence bir kült niteliği taşmıyor, ama kötü de diyemem.
Benim daha çok ilgimi çeken ve sinirimi bozan, konu filmin aşağıda bahsedecek olduğum nedenlerce overrated oluşu:
1)Filme 60'ların İngilteresi, biricik güzellik Londra'nın dar sokakları ve taş evleri fon oluşturuyor. Yağmurlu, puslı, bulutlu havasına rağmen insanın ruhunu okşuyor odaları duvar kağıdı kaplı evlerde verilen sütlü çay partileri, güllü goblen koltuklar, minicik kafeler, arabalar...herşey "çok retro, çok vintage" yani. şimdilerde çok retro çok vintage isen prim yaparsın bebeğim! Bu hırka anneannemden, elbisem second hand, harikayım! Ancak bundan biraz daha ileri gitmemiz lazım.
2)Filmin bir kısmı da yine 60'ların parfüm, renk, moda ve romantizm kenti, ada ülkelilerin kıta avrupası diye ötekileştirdiği Paris'te geçiyor. Eiffel kulesi görüntüleri, nehir kıyısında palas pandıras bir çıkın içinden çıkarılıp alelade yere serilmiş peynir, kırmızı şarap, kocaman güneş gözlükleri ile şimdilerin "wishlist"lerinde anasının karnından onunla doğmuş ve ömr-ü hayatı boyunca onsuz dışarı parmağının ucunu bile çıkarmamışçasına "olmazsa olmaz" dedikleri çeşitli marka giyim, mefruşat ve sair aksesuar ile Paris'te olmaktan mütevellit sürekli roman roman romantizm yaşayan çiftler, sokakta dans eden beatnikler ve bu neviden ayrıntılar ile şimdilerde zincirli Chanel çantaları, siyah dizüstü çorapları ve "Ben de aslında Fransızım, beni de alın aranıza" diye yırtınan Parisian wannabe'lerin de gönlü ediliyor. Oh la la! Amelie'den sonra da hayal dünyasında yaşayan, naif, cici, iyiniyetli ve mutlaka kınalı yapıncak kahküllü yavru kadınların hortlaması dikkatimi cezbetmişti efem. Bitti mi, bitmedi!
3) Filmde Jenny gittiği konserler, katıldığı açık arttırmalar, giydiği pahalı giysiler, içtiği fransız sigarları, kutu kutu hediyeler, gittiği barlar ve tüm bu janjanlı fancy hayat için değirmenin suyunun hangi kirli yerlerden geldiğini öğrenmesine ve kendi kapasitesinin çok altında bir zeka seviyesine sahip, esas oğlanın iş arkadaşının oynaşı aptal sarışın Helen gibi bir et beyinli seviyesine çekilmesine rağmen o kadar memnun ki bu ekmek elden su gölden hayattan, omurgasını çıkartıp Chanel'ini giymekten rahatsızlık duymuyor. Oxford'da İngilizce okumak yerine moda dergileri okumak daha tercih edilebilir
4) Jenny tesadüfen o mektupları bulmasaydı, David karısından boşanabilseydi ve Jenny ile evlenseydi, ne babası ne Jenny ne de o sümsük annesi için Jenny'nin yapabileceklerini yapamamış, kapasitesini gerçekleştirememiş olması herhangi bir sorun teşkil etmeyecekti öyle mi?
Velhasıl kelam, ben sinir ola ola izledim. Aslında bu filmin başarısı anlamına da gelebilir. Zaten filmle değil derdim, filmin tam da bu özellikleri nedeniyle çok beğenilmesine sinirleniyorum. Filmin afişini avatar yapan, hayatımın filmi, çok harika diyenlere uyuzum.
Böyleyken böyle işte...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder