18 Mayıs 2012 Cuma

Amok koşucusu - Gulcjinka'ya Açık Mektup*

Görsel: buradan

Kabaca bir hesapla, tez sürecinde boş kalmamak için yaptığım çeviri ve non-formal eğitimler gibi küçük işleri saymazsak düzenli (deadline'lı, patronlu, primli ve bir o kadar da stresli) bir işe başlayalı 2 yıl oldu.


İşte bu kabaca 2 yıl sonunda her haftasonu amok koşucusu misali ölümüne koş(uştur)maktayım. Sabahın ilk ışıklarıyla kendimi sokağa atıp Pazar sendromu çökene dek -ki bu sendrom çalışma hayatının çok öncesinde, ta çocukluğumun ilk okul  yıllarında pazar gecesi zorla yedirilen balık, ardından gelen banyo, dipten tırnak kesme ve daha uyku gelmeden erkenden yatağa yollanma ritüeli ile başlamıştır bende- haftaiçi yapamadığım, eksik kaldığım, tatmin olamadığım ne varsa peşinden sürükleniyorum.

Sürükleniyorum durumuma tam karşılık gelen bir kelime zira çok da bilinçli tercihler sonucu gerçekleşmiyor edimlerim. Ne uyku, ne yorgunluk ne de "yapılması gerekliler listesi" engel olamıyor bu tempoya; örnekse 06:00'sında uyandığım bir Cuma sabahı, 08:00'da işbaşı ve 18:00'da paydos sonrası Cumartesi'nin 06:00'sına dek uzanıyor;  sokaklarda, soğuğa, yağmura rağmen, kırda çimende, Beyoğlu sokaklarında, ya da bi' arkadaş evinde...

Yukarıdaki tanımdan (patronlu, stresli iş...) da anlaşılacağı üzere hafta içi 08:00 - 18:00 mesai yaparak inanılmaz yorgunluklarla boğuşan, üzerine 2-3 gün spor yapmaya ve gece geç vakitlere dek kitap okumaya zorlanan bu beden hafta sonu tatili geldiğinde canavarlaşıyor, metabolizma hızı artıyor, tuhaf bi' şeyler oluyor. Yorulmuyor, yorulsa da sanki vücudumdaki yedek enerji kapsülleri birer birer patlıyor; her geri çevrilemeyecek teklif karşısında cezb olup bir an bile tereddüt etmeden "evet" diyor!

İş yaşamında birkaç yılı bitirip kendini de bir parça bitirmiş insanlarla görüştüğümde,  hafta sonu öğle vakitlerine dek yatakta harcanan, AVM gezilen, kimi zaman ihtiyaç, çoğu zaman ihtiyaç dışı tüketim faaliyetleri ile "renklendirilen", yavaş hareket edilip anı da tüketerek keyif alınan bir zaman diliminden öte geçmiyor. Sanırım beni her hafta sonumu ayrı bir şölen tadında geçirmeye zorlayan, eve köye sokamayan enerji, biraz da bu duruma duyduğum kızgınlık ve bunu minnacık da olsa dönüştürme hevesi.

Dışarıda güneş doğmuş, deniz parıldarken, gökyüzü masmavi ve rüzgar hafif hafif esiyorken ben evdeysem, insanlar muhabbette, konuşuyor, tartışıyor, uzlaşıyor, birbirinden sıkılıyor, barışıyor, eğleşiyorken ben duruyorsam bir ölüden ne farkım var üzerimin toprak ile örtülü olmamasından başka?

Hayat akarken o akışa kapılmazsam her şeyi kaçırmışımdır aslında, ve tam da bu nedenle hayatımı kazanmak için çalıştığımız o işler, harcadığım o zaman, kaybettiğim bir ömürdür bir tarafından da. "...Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz" demiş ya, ne güzel söylemiş, ağzını öpeyim! Belki ucundan kıyısından yakalayabilirim diye deli gibi koş(tur)maca halindeyim işte.

*Budur nedenim ve motivasyonum, bana her haftasonu biyonik ithamında bulunan Bayan Gulcjinka. Muck!










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder